24 Ekim 2008 Cuma

gadjo dilo

küçükken annemin kıyafetlerine, ayakkabılarına, takılarına özel bir ilgim vardı. eteklerini giyerdim, bana bol geldiği için de belini büzdürüp tokayla o bol gelen kısmı toplardım. lazca'da "poşa" çingene demek, annem de benimle poşa diye dalga geçerdi. çocukken uzun bi süre beni başkalarından aldıklarına inandım zaten, her hareketim ailede şaşkınlıkla karşılanırdı. kedi köpeğe olan düşkünlüğüm, inatçı olmam. ailenin genlerine aykırıydı sanki, büyüdükçe anladım ki tam olarak annemin kızıyım!

neyse konumuza dönelim, küçüklükten beri çingenelerin hayatını merak ederim, yakından görme fırsatım olmadığı için filmlerle idare etmeye çalışıyorum. yıllardır izlemek istiyordum, dün akşam izledim neyse ki gadjo dilo'yu. film amerikan yapımlarından çok farklı tabii ki, oyuncular gerçekten çingene, tipler filmlerde görmeye alıştığımız güzel kadın, yakışıklı erkek formatından çok uzak.

sevinçlerinde üzüntülerinde yaslarında hep müzik olması çok hoşuma gidiyor. müzikler gerçekten şahane. ağıtlar, şarkılar, danslar çok doğal, film izlemiyormuşsun da o anda sen de ordaymışsın gibi.


ölen birinin mezarı başında içki içiliyor, o içkiyle toprak sulanıyor ve şişe içinde içkiyle beraber toprağın üstüne bırakılıyor. bu tören sırasında müzik var tabii ki yine, dans da ediliyor ölenin anısına. mezarın başında şarkı söyleyen müzisyenin adı adrian simionescu. nasıl enteresan bir ses öyle o. hem ağlatır, hem oynatır!


yıllarca merak ettiğime değmiş, izlediğim ne güzel filmlerden biri oldu..

sucrem yiğidim

------ spoiler ------

vay babooo, nası bi adammış bu sucre hafife almışız kendisini. adamı diri diri gömdüler de michael nerde söylemedi, helal olsun be! insanın bi tane böyle arkadaşı olsa ömrü billah sırtı yere gelmez.

------ spoiler ------

14 Ekim 2008 Salı

karpuz!


Karpuz kötü bi şey mi ya? Biri mesela karpuz dese kötü bi şey mi demiş olur? Diyelim ki konuşuyoruz, güzel bir şey söylemek için "karpuz" dedim ben, hakaret gibi mi oldu yani?

Karpuz çok eğlenceli bir şey bence. Bir kere yuvarlak, yani eğlenceli olmak için başka bi şeye bile gerek yok aslında. Sonra dışından bakıyosun yeşil kabuğu olan bir şey ama içinde sürprizi var. Kesip bakıyorsun kıpkırmızı.

Sonra tadı güzel, kokusu da güzel bence. Karpuz gibi kokan bir parfümüm vardı benim, karpuzlu sakız da var.

Kelime olarak da güzel, söylemesi zevkli.

Karpuz iyi bi şeydir!

sucre nasıl bir soyad? şekeroğlan gibi mi?

Benim için buraya yazmak, gerçekten can kulağıyla dinleyen ama hiç konuşmayan birine bi şeyler anlatmaya benziyor.

Susmak da iyi gelir bazen insana, sevdiğin birinin yanında öylece oturursun konuşmadan, bazen canım çok sıkılıyor, yazmak istiyorum. Açıyorum sayfayı, boş boş bakıyorum, kapatıyorum. Yazmamak da işte öyle bir şey..

(Eveeet yine zevzeklenecek bi şey buldum, erol evgin gözümün önüne geliyor, gülüyorum salak salak, hey Allahım. O adam da komik ama sanki di mi? )

Neyse, prison break izliyorum bir iki haftadır.. Ben de kardeşimi çok severim, gerçekten bir ablanın kardeşini sevdiğinden biraz daha fazla olabilir.. Michael Scofield'ın yaptıklarını görüyorum, o kadarını yapabilir miydim bilemiyorum. Tamam film o biliyoruz, ama onu da insan yazıyor di mi? Demek ki birileri o kadar güçlü bir kardeşlik bağı olacağını hayal etmiş, düşünmüş, yazmış. Sonra Sara Tancredi ve Michael Scofield aşkı var, spoiler olmasın şimdi (çok takip ediliyo ya bak, spoiler vermesinmiş bi de, şaşkın!) olayları anlatmıyım ama bu kadar sevmek, bu kadar sevilmek lazım diyorum izlediğim her sahnede.

Sucre garibim helak oldu Maricruz diye, onun için kaçtı, onun için yaşıyor. (Burada nineye bağlıycam müsadenizle, allah kavuştursun yarebbimm amin) C-Note da ailesi için teslim oldu.

Kaybedecek bi şeyi olmayanlar mı çok sevebiliyor acaba, yoksa çok sevenler mi hayatının aşkından başka kaybedecek başka bi şeyleri olmadığını düşünüyor?

6 Ekim 2008 Pazartesi

uzun tatilden sonraki ilk iş günü

kabus ya, başka bi şey değil valla! uzun uzun anlatamıycam hissettiklerimi, ne kadar uykum olduğunu, tüm hafta sonu yaptığım gibi nasıl yatağımda yuvarlanarak film izlemek istediğimi..

kısa yoldan köşeyi dönmek lazım, araştırmalara başlıyorum en kısa zamanda..

1 Ekim 2008 Çarşamba

bayramda misafir çocukla oynama zorunluluğu

başlık net.. Dün "hadi yağmurcum, ablan sana odadaki oyuncak sepetini versin, beraber oynayın" dedi annem, hoop postaladı beni odaya. halime'nin nalet sepeti gibi bi sepet var odamın köşesinde. ayda bir misafirliğe geldiğim için ailemin evine, sepet de pek ilgimi çekmemiş. yağmur 11 yaşında, biraz yabani, pek bizim aileden kimseye çekmemiş diyorum içimden. neyse arkadaş olabilecek gibi duruyoruz ama, ilk izlenimim bu. döküyoruz sepeti. anammm dreamland'den aldığımız oyuncaklar. çocukluğum onlarla geçti be. iki tane bebeğim var sepette (az sevdiklerim var ama, damla ve aslı. barbie bebeklerim yok, onlar paketlenip saklandı bi yere biliyorum)

parantez açıp dreamland'e değinmek istiyorum. biz küçükken fırat gibiydik tam olarak. bahçede oynardık, erkekler maç yapardı kızlar evclik oynardı, ağaca çıkardık. kedi köpekle oynardık (ben özellikle yavru olanlarını tüm harçlığımı süte yatırmak suretiyle besler, eve sokmaya çalışırdım, hiç başarılı olamadım ama neyse) ezan okununca eve girerdik, balkonumuz bisikletimiz misketlerimiz vardı. bilgisayarımız yoktu, evdeki teknolojik şeyler video ve müzik setiydi. o yüzden ateri salonlarına bi düşkünlük vardı bizim dönemde. ankara'da ilk açılan alışveriş merkezi benzeri şey atakule'ydi. kumpiri ilk olarak orda yemiştim. dreamland diye bir oyun salonu vardı içinde.





işte soldaki.. içinde bowling gibi bi şey (tam olarak anlatamıycam şimdi) at yarışı (12 kişi, birer masaya oturup, farklı puanları olan deliklere topları sokarak, kendi atını birinci yapmaya çalışıyordu, birinciye oyuncak veriliyoru) küçük bir havuzda gemi bile yüzdürebiliyordun, bir sürü eğlenceli şey vardı işte. karne alınca (küçükken akıllıydım hep 5 olurdu karnem, sonradan poka döndü), bazı bayramlarda, tatillerde giderdik dreamland'e. bayılırdık oraya ya, keşke kapılar kapansa ben burda kalsam sabah kadar oynasam dediğimi hatırlıyorum.

konumuza dönersek, benim dreamlandden bayılarak aldığım oyuncaklar yağmur'u pek sarmadı. sohbet etmeye başladık, ya ben hafife alıyorum çocukları ya da 11 yaş aklı başında olabilmek için yeterli. yani çocuklarla girilen komik diyaloglar başlığı için bir tane veri yok elimde, o kadar güzel konuşuyor yani yağmur. keman çalıyormuş, vanessa mae falan dedi pes dedim artık! baya baya arkadaşım gelmiş onunla konuşuyormuşuz gibi hissettim.

neyse dur daha en bombasını söylemedim. bilgisayarım açıktı, su maymunu diye bi şeyden bahsetti yağmur. google'dan bakalım dedik, görsellerde ara dedi bana. yuh be onu nerden biliyosun da denmiyor tabi, aradık görsellerde...

sana bir site göstereyim dedi, www.stardoll.com nası bi site allahım, sen bir kız yaratıyorsun, saçını başını, vücut tipini belirliyorsun. siteye üye olunca sana 25 dolar veriliyor, alışveriş yapabiliyorsun bu paralarla. (istersen gerçekten para verip superstar olabiliyormuşsun, onlara tanınan ayrıcalıklar varmışi pes.) küçücük kız dkny'ı biliyor. alışveriş yapıyor, süperstar oluyor, sınıf arkadaşları da üyeymiş bu siteye, onlar neler almış onlara bakıyor, kıyafetlerin indirime girmesini bekliyor, tüketim çılgınlığı 11 yaşında başlıyor... böyle bir site olmasına şaşırmadım, daha neler vardır internette ama bu yaş grubunu özendirdiği şeyler çok da uygun değil sanki.

sonuç olarak, dün akşam bize gelen misafir çocuk beni oynattı :)

kadın aşktan sapıtır mı? :)

Anneme çekmişim ben.. Keşke bütün huylarım çekseydi de şu inadım çekmeseydi. O kadar saçma sapan şeylerden koparıyorum ki bazen ipleri, pişman da olmuyorum üstüne. Gurur mu inat mı ne boksa artık. çok mu fazla beklentim var? aslında çok küçük şeyler bekliyorum, olmayınca kıyameti mi koparıyorum? çok mu alınganım? çok mu şımarığım? bilmiyorum ki hangisi..

(Sözlük yüzünden tümünü küçük harfle yazmaya alışmışım, her seferinde yazdıktan sonra ilk harflerini düzeltiyorum, aferin)

Bir entry vardı sözlükte uzun zamandır bu kadar düşündüren bi tanesine rastlamamıştım, ama şuursuz ve salak olduğum için ne yazarın adını ne başlığı hatırlıyorum. dur bi arıyım bakalım bulabilecek miyim? valla buldum, buraya alıntı yapabiliyor muyuz bilmiyorum ki? yapalım bakalım sonra sorar düzeltiriz.

"kadının aşık olduğunda yaptıkları"

salaklaşır.
fedakarlaşır.
dünyasını aşık olduğu adama göre ayarlamaya başlar.
bu aslında bir kendini yok ediş sürecidir.
adam onu normal hali ile sevmektedir.
kendi uydusu olduğu için daha çok sevmez tersine sıkılır boğulur.
ama kadın anlamaz ne kadar çok seviyorum onu der.
adamı hayatının merkezine koyar.
adam kaçar.
aşk grip gibidir bir süre sonra geçer.
kadın kendine kızar.
nasıl oldu da ben olmaktan vazgeçtim ?
neden istenmeden verdim verdim verdim ve neden karşımdaki bunları görüp karşılık vermiyor diye kendimi hırpaladım? kendimi de onu da rahat bırakıp sadece anın tadını neden çıkaramadım?


yazarı "en bi gerçek sour" (süper bi entry, tebrik ediyorum)

kadın erkek doğası arasındaki temel fark bu mu acaba? anaç duygularımızla aşkı mı karıştırıyoruz birbirine? annem de kızar bazen sizin için şunları yaptım bunları yaptım der, yapmasaydın demek gelir içimden. (denmez anneye öyle çok ayıp) sevgiline dersin ama, ben mi istedim bunları yapmanı? ben senden bambaşka şeyler istiyorum aslında, kendince benim için fedakarlık yapıyorsun ama sor bakalım aslında ben istiyor muyum bunları? deli gibi kendini bana adamanı bekliyor muyum?

gerçekten sapıtıyoruz ya kadınlar olarak, ben kendimi tanıyamıyorum bazen. sinir oluyorum kendime. ben miyim len telefonda sik sik eden bu kadın? valla benim billa benim. nasıl ben böyle oldum peki? aşktan oldum öyle mi? öyle diyor işte entry'de..

(yine cümlelerin ilk harfleri küçük olmuş, salak!)

special thanks to merope

blog gerçekten güzel oldu ya, ben de çok beğendim renkli ama sade iç açıcı bi şey oldu :) kendi kendime de yazıp eğleniyorum ohh ne güzel..